0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

14. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“MÜZİĞİN SESİ”

Bazı kalpler kendi dengini er ya da geç bulur.

Derler ki, Tanrı bize şah damarımızdan daha yakındır. Düşünüyorum da o zaman kimse karanlıkta yalnız yürümüyor ama herkes yolun sonuna yalnız varıyordu. Ben yalnızdım ama bazı gözlere baktığımda bu yalnızlığı hissetmiyordum. Tıpkı şimdi karşımdaki gözlere bakarken olduğu gibi. Son bir dakikadır Mustafa Kemal’le, aramızda bir cam olmasına aldırmadan bakışıyor ve onun masumiyet dolu gülüşünün beni etkisi altına almasına müsaade ediyordum.

Ta ki o küçük bedeniyle bana doğru koşmaya başlayana kadar.

Mustafa’nın koştuğunu gören Hazer irkildi ve elindeki makineyle beraber peşine düştü. Kendime gelmek için kısa bir zaman verdim. Hemen onlara kapıyı açmam gerektiğini idrak ederek sokak kapısına yürüdüm. Hazer Han’ın hayatına kıyısından köşesinden dahil olmaya başlamıştım. Onlar daha kapıya vurmadan kapıyı açtım ve gün ışığı içeriye girdiğinde kirpiklerimi kırpıştırdım. Mustafa Kemal içeriye doğru koşturmaya devam ederken Hazer Han olduğu yerde durdu ve yalnızca bana bakakaldı. Güneşin altında parlayan yüzünü görmek elimin ayağımın dolaşmasına sebep oldu. Hazer yutkunarak aceleyle dağılan üstünü düzeltti. “Günaydın,” dedi ve içeriye girdiğinde iri vücuduyla adeta önümde bir kara melek gibi dikildi. “Bu eve hep anahtarımla girdim... Kimse bana kapıyı açmamıştı.”

“Eve geldiğini görünce açmak istedim.”

“Eve geldiğimi görünce açmak istedin.”

Cümlemi tekrarlaması karşısında diyecek bir şey bulamayarak sadece kafamı salladığımda, Hazer Han ummadığım bir şey yaptı ve kafasını aşağıya doğru eğerek gözlerimi yakalamaya çalıştı. Gözlerimizi denk getirebildiğinde kızardım.

“Ne yapıyorsun yaa...”

“Hiiiiç...”

Bakışlarını azaltmadan kafasını uzaklaştırırken, “Hoşuma gitti,” dedi. Sırtını bana çevirip kardeşine doğru ilerlemeye başladı.

Kapıyı örttüm ve çekingen şekilde onlara baktım. Hazer Han mutfağa geçmişti ama Mustafa Kemal tezgâhın önünde büyük bir merakla bana bakıyordu. Görüntüsü baştan aşağıya sevimlilikten ibaretti. Yüzü ve vücudu tombuldu, elleri de. Gözleri çekik, bakışları kısık, göz kapakları şişti. Üzerinde beyaz, kırışmış bir gömlekle mavi pantolon vardı. Gömleğinden pantolonunun kemer yerlerine tutturulmuş askılar sevimli görüntüsüne katkıda bulunuyordu. Ona doğru elimi salladığımda ışığı görmüş gibi aniden bana yürüdü. “Çok güzel,” diyerek durup uzun uzun baktı.

Kimine göre soğuk birisiydim ama böyle bir güzelliğin, saflığın karşısında buz olsa erirdi insan. “Merhaba yakışıklı.”

“Yakışıklı,” diyerek beni tekrarladı.

“Evet öyle. Çok yakışıklı bir oğlansın.”

Aniden saçlarında duran elimi tuttu ve şaşırmama fırsat bile vermeden parmaklarımla oynamaya başladı. Parmaklarımla oynamasını çok hoş karşıladım. Hatta ağzına götürüp ısırmasını bile. Çünkü bir zaman sonra bunu yapmış ve hayretle tebessüm ettiğimde dişlerini göstererek sırıtmıştı. Ben bu durum karşısında ne diyeceğimi bilemezken, Hazer Han arkasında belirdi. Kardeşini aldığı gibi omzuna attı. “Oğlum, o kızın elleri senin salyalarından fazlasını hak ediyor.”

Mustafa Kemal, Hazer onu omzuna attığında biraz tepindi ve ağzını uzatıp Hazer’in kafasını ısırdı. Sonra saçları ağzına girdiğinde, “Iyy,” diyerek Hazer’e vurdu.

Doğrusu, harika anlaşıyorlardı!

Mustafa Kemal kendi halinde Hazer’in kafasında sızlanıp dururken, o amber renkli gözlerini bana çevirdi ve içinde yalnızca kendisinin olduğu bir dünyayı ayaklarıma serdi.

“Mustafa’nın ne zaman ne yapacağı kestirilemez,” dedi. “Ona... Hiç çekinmeden dokundun.”

“Korkmadığım tek şey çocuklar galiba. Onlarla iletişime girmekten çekiniyorsam ya onları ya da duygularını incitmekten korktuğumdandır.”

Kirpikleri bile gözlerinin ateşinden nasibini almış gibi yanmaya başladı. “Sen nasıl öğrendin bu kadar... kulağa bu kadar yalan gelirken gözlerime bu kadar gerçek görünmeyi...”

Hayal olacak neyim vardı ki?

“Hazer, bu hanım da kim?”

Bu soruyu, merdivenin son basamağında dikilen kadın sormuştu.

“Anne,” dedi Hazer Han ve kardeşini omuzundan aşağı indirdi. “Anne, bu Safir. Benim şey...” Annesine ilerlerken önüme geçti. “Safir Mila.”

Orta yaşlarındaki alımlı kadın beni baştan aşağıya süzerek son basamağı da indi. Hazer’in karşısında durduğunda dudaklarında bir çiçek gibi büyüdü tebessümü.

“İlahi oğlum öyle bir konuştun ki. Benim Safir der gibi.” Annesi kıkırdarken beni süzmeye devam etti. “Yukarı çıkarken koltukta uyuduğunu gördüm.”

Annesinin gülümsemesine karşılık verdiğimde, Hazer Han kıpırdandı. “Evet, burada kalması gerekti.”

“Kalsın tabii canım.” Hali tavrı sıcaktı, bana karşı inanamayacağım bir sempati göstermişti ve bu tip durumlarda ne yapacağımı genelde bilemezdim. Kestane renkli saçları ensesinde hoş bir topuzla toplanmıştı. Üstüne beyaz, ince düğmeli bir bluz giymiş, şık bluzunu dizlerinin bir parmak altında biten etekle kombinlemişti.

“Evinde ilk defa bir kadın görüyorum, şaşkınlığımı anla oğlum.”

“Anne...” Hazer Han gergin halde gömlek yakasını çekiştirdi. “Safir benim balerinim. Yani şirketin. Hayır öyle de değil...” Duraksadı. “Müzikal için bu sene Safir’i seçtim, her sene birini seçtiğim gibi.”

Annesi Hazer Han’a kıs kıs güldü. “Zevkli seçimlerin var oğlum. Üstelik daha önce hiçbirini evinde ağırladığını görmemiştim.”

“İyi dans ediyor işte anne.”

Hazer’in profiline bakarak heyecanla yutkundum. Gerçekten böyle düşünüyordu değil mi? Neden onun bunu demesi, herhangi birinin bunu demesinden daha kıymetli olmuştu?

“Herhalde oğlum, fiziğine baksana. Pü pü pü maşallah! Nasıl güzel fiziği var görüyor musun?”

Hazer gömlek yakasını gergince çekiştirmeye devam etti. “Her gün bakıyorum anne. Yani... her gün görüyorum.”

Annesi kıkırdadı.  Odağını Hazer’den çekerek bana doğru yürümeye başladı. Fiziğimi övmesi beni birazcık gururlandırmanın yanında utandırmıştı. Yanıma geldiğinde elini uzattı. Tokalaştığımızda, “Ben Bahar,” dedi. “Anladığın üzere Hazer’in annesiyim. Çok memnun oldum Safir. Ay nasıl da şaşkın şaşkın bakıyor...” Omzunun üzerinden Hazer’e döndü. “Görüyor musun oğlum ne tatlı.”

Hazer gözlerini devirdi. “Birini tatlı bulduğun pek görülmüş şey değil.”

“Evet oğlum, mesela seni tatlı bulmam. Huysuz şey.” Annesi Hazer’e güldü ve bana dönerek göz kırptı.

Hazer surat astı.

Gülmemeliydim.

Ama komikti. Benim gibi nadiren gülümseyen birini bile tebessüme zorluyordu. Hazer bunu fark ettiğinde gözlerini üstüme çevirdi ve bakışlarını kısarak dudaklarını sessizce kıpırdattı. Sakın gülme uyarısıydı bu.

Güldüm. Hazer Han kafasını iki yana salladı. Bakışlarımı hemen önüme çektiğimde, Bahar Hanım’ın Mustafa’nın yanına yürüdüğünü ve onun elinden salatayı almaya çalıştığını gördüm. Çünkü Mustafa tezgâha tırmanmış, salatayı sıkıca kavramıştı ve annesine itiraz ediyordu. Az önceki sevimliliğinin yanında şimdi öfkeli görünüyordu.

“Hazer Bey, ne zaman çıkıyoruz?”

Kerem’in sesini duydum. Kapının eşiğinde dikiliyordu.

“Günaydın Safir Hanım,” dedi gülümseyerek. “Bugün de parıltınızdan gözlerim kör olacak.”

Espri yapıyor, beni gülümsetmeye çalışıyordu. “Böyle şeyler söyleme lütfen.”

Hazer Han yanımdan yürüyüp geçti.

“Bence de söyleme Kerem.”

Kerem hızla başını salladı. “Bir ağızdan da konuşmaya başlamışsınız. Tamam ya, olmuşsunuz siz...”

Hazer Han gözlerini kaldırıp ona baktı ve Kerem bir saniye sonra yok oldu.

Hazer arkasından seslendi. “Annemle Mustafa’yı götürmen lazım, arabayı hazırla.”

Kerem cevap vermiş olsa da sesi duyulmadı. Hazer Han tekrar bize doğru dönerek annesine baktı. “Taksiyle dönmeyin anne, Kerem sizi bıraksın.”

“Sen şirkete geçmeyecek misin oğlum? Biz taksiyle dönerdik, sen vaktini harcama.”

“Evde biraz daha işim var, sonra geçeceğim.”

Gözleri bir an bana kaydı. Ben sanki o an orada, o bana baksın diye duruyormuş gibi hissediyordum. “Önemli işlerim.”

Gözü üstünde diye ellerini nereye koyacağını bilemiyor olman gerekmiyor değil mi Safir?

Bahar Hanım mutfaktan çıktı. Salona geçerek koltuğun üzerindeki çantasını karıştırdı. İçinden bir zarf çıkararak Hazer’e döndü ve onun hâlâ beni izliyor olduğunu görerek kıkırdadı. “Ay gitmiş çocuğun aklı başından...”

Hazer yanaklarını şişirerek annesine döndü ve dediğine kaşlarını çatarak elindekine baktı. “Ne zarfı o?”

“Balo.” Bahar Hanım bunu söylerken daha neşesiz ve tereddütlü görünmüştü gözüme. Daha kısık sesle konuştuğunda duymamdan rahatsız olacağını düşünerek onlara kulak vermemeye çalıştım. “Şirketimizin yıl dönümü geldi, bu sene seni orada görmek istiyorum. O şirkette herkesten çok senin emeğin var, tadını çıkarmalısın.”

Duraksayarak Hazer’in omzunu okşadı. “Buraya bunun için geldim, lütfen beni geri çevirme. Biliyorum, babanla mümkün oldukça yüz yüze gelmemeye çalışıyorsun ama o şirket senin zekân ve azmin sayesinde bugün buralarda. Baloya gel oğlum.”

“Gelip ne yapacağım ki anne? Sahte, yapmacık insanların suratlarına boş boş bakmaktan başka? Başarımı kutlamak için kalabalığa, insanların bana alkış tutmasına ihtiyacım yok. Bir viski içer bunu kutlarım.”

Bahar Hanım zarfı onun göğsüne doğru bastırdı. “O baloda alkışlanmayı hak ediyorsun anneciğim.”

“Anne...”

“Belki Safir’i de getirirsin.”

Bahar Hanım yükselerek Hazer Han’ın yanağına bir öpücük kondururken, ben son cümlesine tepki olarak dudaklarımı aralamıştım. Baloya beni götürmesinden mi bahsetmişti? Bu Hazer Han’ın da kafasında büyük bir soru işareti oluşturmuş olmalı ki itiraz edemedi ve Bahar Hanım ondan uzaklaşıp Mustafa’nın yanına gittiğinde gözlerini bana çevirmekten başka türlüsünü yapmadı.

O gözlerin kat kat altına indin, şimdi çık çıkabilirsen. Çık, çıkmak istersen.

Mustafa Kemal annesinin elinden kaçarak Hazer Han’a doğru koştuğunda Hazer dizinin üzerine eğilerek onu karşıladı ve kollarının arasına aldı. Sırtımı ardımdaki duvara dayadım ve soğuk duvarı hissediyor olsam bile içimi kaplayan o sıcak hissi kaybetmedim. Mustafa Kemal onun kollarının arasında utangaç utangaç gülerken, “Beyaz,” dedi ve uzanıp Hazer Han’ın gömleğine dokundu. “Siyah!”

“Evet Kara Kartal!” Hazer Han onun düz, gür saçlarının arasına bir öpücük kondurduğunda Mustafa bu sevgiyi sevinçle karşılayarak kıkırdadı. “Şimdi annenin elini tutup eve gidiyorsun tamam mı? Seni görmeye geleceğim.”

Mustafa’nın gözleri Hazer’in omzunun üstünden bana çevrildi. “O da gelsin.”

Onun tarafından ilgi görmek beni mutlu etti, en azından çocuklar için insan yerine koyulduğumu bilmek güzeldi. Hazer Han yaklaşıp Mustafa’nın kulağına bir şey söyledi ama bunu Mustafa’dan başkası duyamadı. Hevesle abisine başını salladı. “Kara Kartal mıyım ben?”

“Siyah?”

“Beyaz!”

Hazer Han onu omzuna atıp doğruldu. “Sen tam bir Kara Kartal’sın.”

“Kara Kartal, Kara Kartal. Biz Kara Kartalız, bizim yuvamız büyük Beşiktaş. Yer beyaz, gök siyah Beşiktaş...”

Hazer Han ona eşlik ederek marşı söylerken, Mustafa Kemal mutlulukla abisinin omuzunda tepindi. Hazer Han bahçe boyu yürüdü ve onu, bahçe kapısı önüne çekilmiş arabanın içine yerleştirdi.

“Böyledir işte,” dediğini duydum Bahar Hanım’ın. “Hep izlettirir kendini. Uzaktan ya da yakından...”

Telaşla arkamı döndüm. “Ben Mustafa Kemal’i izliyordum.”

Gülümsemekten başkasını yapmadı ve çantasını koluna asarak yanıma kadar yürüdü. Ellerimi tutup avuçlarının içinde sıkarken, “Çok memnun oldum Safir,” dedi, samimi görünüyordu. “Bir garip bakıyor gözlerin, hüzünlü hüzünlü... Tanıştık madem, bir derdin, canının sıkıntısı olursa ara beni.”

Anne görüyor musun?

Benimle ilgilenen anneler de var…
Ne aptalım, tabii görmüyorsun.
Zaten görseydin yanımda olurdun.

Annesiz olmakla çok sert yüzlemiştim ben. “Çok naziksiniz, teşekkür ederim.”

Beni baştan aşağıya süzdü. “Peri kızı gibisin maşallah, Allah nazarlardan saklasın seni.”

Minnettar bir tebessüm dudaklarımda yetişti ve ona ulaştı. Cevap veremedim, bu kadar güzel sözler karşısında epey utanmıştım. Ellerimi serbest bıraktı ve sıcacık gözlerini de alarak evden ayrıldı. Arkasından baktım. Hazer’i öperek arabaya yerleşmesini izledim. Kerem de Hazer Han’dan birkaç talimat alarak şoför koltuğuna bindi ve araba az sonra gözden kayboldu.

Şimdi yine yalnızdık.

Hazer Han bana doğru döndüğünde, aramızdaki mesafeye rağmen yakıcı bakışlarını gördüm ve ellerimi arkama saklayarak eve girmesini bekledim. Ağır adımlarla yürüdü ve sokak kapısından içeriye girdiğinde kapıyı örterek sırtını kapıya yasladı.

“Yalnız kaldık,” dedi ve başını sol tarafa doğru eğerek beni baştan aşağıya, uzunca izledi.

Merdivenin korkuluğuna tutundum. “Fıstık da burada.”

“Evet, bir fıstık görüyorum.”

Sırtını kapıya yaslamaya son vererek bana doğru yürümeye başladığında, eş zamanlı olarak içime çektiğim nefesler azaldı ve sanki kendime ait alanım daraldı. Mesafe anbean, onun adımlarıyla azaldı. “Neden kaçıyorsun?” diye sorduğunda, “Kaçmıyorum ki,” diye alelacele bir cevap verdim ve o, Hazer Han bakışlarını şüpheci şekilde kıstı. “Kaçıyorsun işte.”

Elimi korkuluğa daha sıkı sararak adımlarıma sert bir komut verdim. Hazer Han merdivenlere yaklaşarak basamakları bir bir çıkmaya başladığında, yerin altına inip sıcaklığa karışıyormuş gibi hissettim. Üstünde olduğum basamağın bir altındakine gelerek elini benim gibi korkuluğa yasladı ve yüz yüze geldik.

Kirpiklerimiz bile aynı doğrultudaydı sanki. “Bu mesafe,” dedi ve bir süre duraksadı. Sanki bu söylemekte kararsızdı. “Seni rahatsız ediyor mu?”

Bu yakınlığı anlatmamı isteseler rahatsız edici demezdim. Yakıcı bile değil, ateş gibi yakıcı derdim. “Biraz şuurumu kaybediyorum, onun dışında rahatsız edici değil.”

Yüzündeki kasların seğirişini sert bir yutkunuş takip etti. Hazer’in gözlerinde büyük, karanlık bir fırtına sürüklendi. “Yani, sana bu kadar yakın olabilir miyim?” Gözleri yüzümün aşağısına kaydı ama ben daha onun nereye baktığını anlayamadan gözlerime çıktı. “Böyle, tam bu kadar? Ha Safir, olayım mı?”

Nefesimi tuttum. “Bir şey oluyor.”

“Efendim?”

“Kalbime diyorum.” Hızlı hızlı, soluyarak konuştum. “Bir şey oluyor.”

Hazer Han’ın kaşları hafifçe çatıldı ve hemen sonra az önce gerilen yüz kasları gevşedi. 

“Bana da bir şey oluyor,” dedi Hazer Han, fısıltı kadar alçak bir sesle. “Mesela az önce bu kadar değildi ama... Şuraya gelince bana da bir şey olmaya başladı Safir.”

“O zaman git,” deyiverdim tek çare buymuş gibi. “Gidersen geçer bence.”

“Sorun da bu ya Safir. Ben... geçmesini de istemiyorum.”

Tanrı aşkına, ne konuştuğumu biliyor muydum ki! Sonunu bulamadığım gözlerine bakarken, “Ama geçmeli,” dedim. Kelimeler sanki dilimin üzerinde ağırlık yapıyordu da onlardan kurtulmak istercesine konuşuyordum. “Geçmesi şart değil mi?”

“Safir?”

“Hazer?”

“Çillerin ne kadar güzel...”

Durum daha fenaydı, kalbime olan şey şimdi daha fazlaydı ve ellerime vurmuş, parmaklarımı uyuşturmaya başlamıştı. Gerçekten güzeller miydi? “Gracias,” diye fısıldadım ve orantısız şekilde yüzüne dağılan çillere göz attım. “Seninkiler daha güzel.”

“Ne oluyor anlamıyorum Safir ama iyi ki oluyor.”

Gülümsedim.

“Hazer?”

İç çekti. “Hımmm?”

“İzin verir misin? Banyoya gideyim.”

“Olur, gidelim...”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Gidelim mi?”

“Yani ayrı ayrı.” Bir basamak indi ve aramıza daha geniş bir mesafe ekleyerek birkaç kez öksürdü. “Ayrı ayrı gidelim. Önce sen git, sonra ben gideyim.”

İlk basamağa kadar gerileyerek aramıza uzun bir mesafe açtım. Köşeyi dönmeden önce, “Hazer,” diye seslendim ona. “Bir şey oluyor dedim ya. Bence de iyi ki oluyor.”

Sonra arkamı döndüm. Onun gözlerinin bana çevrilmesine fırsat vermeden incinmiş bileğimin izin verdiği kadar koşar adımlarla yürümeye başladım.

Kendimi koridordaki misafir banyosuna atar atmaz sırtımı kapıya yasladım. Başımı arkaya atarak derin nefesler almaya başladım. Ne vardı da söz konusu onun karşısında konuşmak olduğunda ben ne dediğimi bile bilmiyordum? Yüzümün büyük kısmı kızarıktı ve çillerim sanki gözüme, o böylesini söyledikten sonra daha güzel görünmüştü. Gömleğimin yakasını çekiştirip gözlerimi yumdum ve yakıcı bakışlarını düşünür düşünmez iliklerime kadar titredim.

“O kadar yakışıklı ki...”

Eğilerek yüzümü yıkadım ve kızarıklığım geçene dek buna devam ettim. Kısa süre sonra da bakımımı tamamlayıp banyodan çıktım. Alt kata indiğimde Hazer’i ortalıkta göremedim ama iki sandviç tezgâhın üzerinde duruyordu. Benim için mi yapmıştı? Öyle olduğunu düşünerek tezgâha yürüdüm ve tabureye oturarak içi dolu olan sandviçi yemeye başladım. Dolabında içecek var mıydı? Tereddütle dolaba ilerledim ve meyve suyu olduğunu gördüğümde kendim için bir bardağa koydum.

Sandviçimi yerken Fıstık başımda sürekli konuştu. Bana bir şeyler söyleyip durdu, oradan buradan duyduğu kelimelerdi. Bir ara Kerem seni döverim demişti. Bunu Hazer Han’dan duyduğu aşikârdı. Bir ara da aklını alırım koçum dediğini işittim ama bunu kimden duymuş olabileceğini pek anlamadım.

Sandviçim bittiğinde bardağımda kalan son birkaç yudumu da içtim. Hazer Han aşağıya indiğinde ona hiç bakmamaya çalıştım. Üstünü değiştirmişti ama bunu diğer günlerden farklı yapmıştı. Bugün onu ilk kez spor bir kıyafette gördüğüm gündü. Üstüne lacivert, V yakalı bir tişört, altına koyu renkli kot pantolon geçirmişti. Kolları çıplaktı ve ilk defa çıplak görmüş, ne kadar kuvvetli durduklarını fark etmiştim. Bileğinde bir saat takılıydı ve saçları her zamanki gibi itinayla dağıtılmıştı. Böylece olduğundan beş yaş daha genç gözükmüştü.

“O kadar dikkatli bakma Safir.”

İsmimi öyle bir vurgulamıştı ki, sanki bilhassa benim utanmam için böyle yapmıştı. Bakışlarımı önüme çevirdim ve sandviçi yemediğim halde hâlâ elimde tuttuğumu gördüm. “Farklı görünüyorsun,” diye mırıldandım ve uzanarak tezgâhın üzerindeki bardağı kavradım. “Şirkete giderken böyle giyinmezsin.”

Çok geçmeden tezgâha yürüdü ve karşıma geçmiş olsa bile tabureye oturmadı. Buradan o geniş gövdesini görebiliyordum. Ellerini tezgâha yasladığında kemikli parmaklarının bu kadar biçimli durmasına hayret ettim. “Bugün şirkete sadece birkaç imza atmak için gideceğim, o yüzden böyle giyinmemin bir mahsuru yok.”

Vişne suyundan içerek boğazımı biraz ıslattım. Bardağı geri koyarken dudaklarımdaki vişne tadını dilimle sıyırdım. Hazer Han derin bir nefes alarak ellerini tezgâha daha sıkı bastırırken, “Sen öyle diyorsan,” diye mırıldandım. “Ben de bir ev bakmaya gideceğim.”

Hazer Han bugün ikinci kez yine hiç beklemediğim şekilde başını aşağıya doğru eğdi ve gözlerimi yakalamaya çalıştı. Bakışlarından gerçekten kaçmaya çalıştım ama bir yere kadar kaçabildim. Onun tarafından avlandım ve gözlerimiz denk geldiğinde, “Gidecek misin?” diye sordu alçak bir sesle. “Bir daha... burada kalmayacak mısın?”

“Kalamam,” dedim ellerimi kucağıma indirirken. “Bir evim olsun istiyorum.”

“Kalabilirsin,” dedi kaşlarını çatarak. “Baksana, evim ne kadar büyük. Bir sürü odası var, istediğinde kalabilirsin.”

Evet, büyük bir evi vardı. Ama işte, onundu. Benim değildi. Ben bana ait olan bir evin, kendi özel alanımın olmasını istiyordum. İçini istediğim gibi düzenleyebileceğim, kirasını, faturalarını yatırabileceğim, elektrikleri gitse de benim olan...

“Kalsam bile benim olmayacak ki. Ben hep buradaki fazlalık olacağım.”

“Hayır, öyle olmazsın. Mila, hiç olmadın ki...”

“Hazer...”

“Bir şey bildiğim yok senin! Olmayacağını söylüyorum işte!”

“Sesini yükseltme,” diyerek ona kaşlarımı çattıktan sonra ne ara bu duruma geldiğimizi anlamaya çalışarak yüzüne bakakaldım. “Ben sesin yükseldiği, insanların gürültü yaptığı yerleri sevmem, o yüzden dedim.”

“Ben hep gürültü yaparım Safir.”

“Evet.” Bakışlarımı kaldırıp ona baktım. “Gözlerinle.”

Bu anda kaldık ve zamanda ileriye gidemedik. İlerleyemedik. Kımıldayamadık. Hazer Han gözlerindeki gürültüyü kesene kadar hiç konuşmadık.

“Bağırmak istememiştim,” dedi ve boynunu iki yana doğru kıtlatarak kısık bir sesle devam etti. “Kendimi sana anlatmaya çalışıyordum.”

“Ben senin evinin fazlalığı değil, kendi evimin sahibi olmak istiyorum,” dedim ve bunun beni utandırmasıyla beraber başımı önüme eğdim. “Bu eve girdiğimizde ışığı sen açıyorsun, ben kendi evime girip ışığımı yakmak istiyorum. Elektrikler gittiğinde bile korkmadan oturmak istiyorum. Odama girerken kapıyı arkamdan açık bırakabilmek istiyorum. Müziğin sesini sonuna kadar açmak, istediğim odada dans etmek istiyorum. Kötü de olsa bir evim olsun istiyorum.”

Hazer Han’ın gözlerinde bir kuyu açıldı ve ben o kuyuya düşüp üzerimdeki ışık çekilene kadar onun konuşmasını bekledim. “Benim evimde de dans edebilirsin.”

“Sen bana bakarken müziğin sesini duyamıyorum ki dans edeyim.”

Hazer derince soluklanarak yüzünü ovaladı ve daha sert bir sesle konuştu.

“Gazel neden seninle yaşamıyor? Madem o kadar iyi arkadaşsınız, neden beraber bir ev tutmuyorsunuz?”

Başından çekip gidecektim, rahatlaması gerekmez miydi? Gazel iyiydi, başını soktuğu bir çatısı vardı, bencillik edemezdim. “Gazel’in sevdiği birisi var, onunla yaşamak doğal hakkı. Bencillik edemem...”

“Sevdiği için mi Behram’a o heriften abisi diye bahsetti?”

Bu o kadar beklenmedikti ki ne diyeceğim hakkında biraz bile fikrim olmadı. Yalanı ben söylememiş olsam da Gazel yerine utanmıştım. “Ben bunu neden yaptığını bilmiyorum.”

“Behram’dan hoşlandığı için.”

Bunu neden inkâr edemiyordum? Ben de böyle hissettiğim için mi? O cesurca söyleyebiliyordu ama benim dilim tutulmuştu sanki.

“Bakacağın ev nerede?” diye konuyu kapattı.

“Yakında.”

Evine de yakın.

“Ben de geleceğim, görmek istiyorum.”

“Gereği yok.”

“Gereği varmış gibi hissediyorsam ne yapabilirsin ki?”

Hiçbir şey yapamam Hazer. Hiçbir şey. Cesaretimi ne zaman buldum bilmiyorum ama gürültülü gözlerine baktığımda, elimi tutan bir şeyi hissettim. Bir şey elimi sıkıca tutuyor, beni onun tarafından kendisine çekiyordu sanki. Hazer nefessiz kalana kadar birbirimizi izledik. Kerem geldiğinde, evden ayrılmak için ceketlerimizi giydik.

Merhemi bileğime sürüp üstümde kalın bir ceket ve boynumda bir atkıyla evden dışarıya çıktığımızda, Hazer Han Kerem’e gelmesine gerek olmadığını söyledi. Biz kapıdan çıkarken Kerem arkamızdan kıs kıs güldü.

Arabada koltuğa, ikinci kez yan yana oturduk. O, şoför koltuğuna yerleşip arabayı kullanmaya başladığında ben onun gözüne batmadan oturmaya çalıştım. Evini, arabasını, yemeğini ve daha birçok şeyini paylaşıyordum ve artık bunların altında ezilmeye başlamıştım.

“Babam için bir şeyler bulabildin mi?”

Gözlerimi sisli camdan ayırarak yavaşça Hazer’e çevirdim, dikiz aynasına bakarak yolu kontrol ettiğini gördüm. “Dün sen ismini verdikten sonra elimin ulaştığı yerlere sordum, konuştum. Birkaç dönüş aldım, yakın zamanda bulurum.”

Şükürler olsun. Bir yanım onun gücünü bilse bile babamı bulamayacağından korkmuştu ama Hazer neredeyse mezarı bulduğundan bahsediyordu. Babamın mezarına gidebilecektim, bu inanılmazdı.

“Sen bunu yaptığında benim için ne yapmış olduğunu asla anlayamayacaksın Hazer.”

Benim için öyle bir şey yapıyorsun ki...

Bunu gösterebilmeyi isterdim, çünkü kelimelerle anlatamam.

Bakışları aniden omzunun üzerinden bana döndüğünde, gözlerimde mutluluk gözyaşları vardı ama ağlamıyordum. Beni ağlatacak kadar mutlu ediyorsun, işte kelimelerle bile anlatılamayacak olan bu. “Öyle diyorsun ama gözlerin doldu.”

Parmaklarımla gözlerimi ovalayarak onları geriye itmeye çalıştım. “Ben bunun için çok uzun zamandır bekliyordum. Şimdi sen yakında görebileceğimi söyleyince çok sevindim.”

“Kimsenin gözünden mutluluk gözyaşı akıtmamıştım. İlksin sen.”

Aslında o... Öyle biriydi ki, birçok kişiyi mutlu edebilirdi. Onu benim gözümde bu kadar iyi ve sarsılmaz yapanın ne olduğunu bilmiyor ama bunu hissettiğimi biliyordum. “Kimse gözlerimden mutluluk gözyaşı akıtmamıştı,” diye karşılık verdim ona, mahcubiyet hissiyle kafamı eğerken. “İlksin sen.”

Devamında konuşmadık. Aldığım haberin buruk sevincini yaşayıp babamı düşündüm ve bu yol böyle akıp gitti. Hazer Han direksiyonu bir sokağa çevirip içi dışarıya boşaltılmış bir çöp tenekesinin yanından geçtiğinde yavaşladı. O an doğru sokağa girdiğimizi anladım. Sokağın adı ilginç şekilde Neptün’dü ve bir gezegen adına sahip olması beni epey şaşırtmıştı. Hazer Han camı indirerek etraftaki müstakil evlere bakıp numarayı aradı ve bir dakika kadar sonra araba tamamen durdu. Heyecanla yerimde doğrulurken, “Burası mı?” diye sordu Hazer, tekdüze bir sesle. “24 yazıyordu değil mi?”

“Evet, kapı numarası 24’tü.”

Ev onun olduğu tarafta olduğu için tam görünmüyordu ama benim derhal görmem lazımdı, içimdeki coşkuyu durduramıyordum. Kendimi dışarıya attım ve atkıma sarınırken, kafamı kaldırarak çitlerin ardındaki müstakil eve göz attım. Küçük, tek katlı, etrafı bakımsız ağaç ve çiçeklerle kaplanmış bir evdi. Dış badanası beyazdı ama kirden dolayı kendi rengini kaybetmiş gibiydi. Tamam, ümidimi kaybetmeyecektim. Ben arabanın etrafını dolanırken, Hazer Han da indi ve araba kapılarını kilitleyerek peşime düştü. “Neptün bu kadar kirliyse iyi ki gezegenimiz orası değil.”

Evet, sokağın tümü eski ve bakımsız görünüyordu ama diğer insanlar yaşıyorsa ben de yaşayabilirdim. Benim onun gibi imkânlarım yoktu, azına şükrederek daha çoğuna kavuşmayı umuyordum. Bahçeden içeri girdik. Yanıma aldığım anahtarı kapının kilidine yerleştirdiğimde, “Kapısı ahşap,” dedi Hazer Han, dümdüz bir sesle. “Hırsızların bu kapıyı açması sadece birkaç dakikalarını alır.”

Hafifçe ürperdim. “Ben kapıyı kilitleyeceğim ki.”

“Mila, masallara layık olduğun doğru ama gerçek dünyaya dön.”

O bunu dediğinde kendimi küçük bir kız gibi hissetmiştim ama Tanrım, kim bu hayatın gerçekliğini benim kadar tatmış olabilirdi ki?

“Emin ol ki hayatın gerçekliğiyle benim kadar sert yüzleşmemişsindir.”

Kapı açıldığında bizi nem kokusu karşıladı ve bu beni zamanda geriye, uzun seneler önceye götürdü. Bizim evimiz de böyle küf kokardı. Alt dudağımı kemirerek içeriye ilerledim ve koridordaki odaları takip ettim. Koridor sonuna açılan bir odanın kapısını görüyordum. Koridorda karşılıklı duran üç kapı daha vardı ama kapıları kapalıydı. Doğrudan koridorun sonundaki odaya ilerledim ve o sırada ayaklarımın altındaki parkenin ben adım attıkça gıcırdadığını duydum.

Zaten açık olan kapıyı biraz daha ittirerek içeriye girdiğimde, buranın salon olduğunu anladım. Küçük, kutu kadar bir odaydı. Bir penceresi vardı ve oldukça tozlu görünüyordu. İçeriye ilerledim ve kendi etrafımda dönerek odayı süzdüm. Badana kirliydi ama duvarlar sağlamdı. Yerlerdeki parkelerin bir kısmı kırıktı.

“Bu ev dökülüyor.”

Hazer Han’ın memnuniyetsiz sesini duydum ve ona hak veriyor olsam da bunu dile getirmedim. Evet, sekiz yüz lira bütçe ile ancak böyle bir evin olabilirdi işte. Yine de idare edebileceğimi düşünüyordum, biraz badana yapar, temizler, silerdim. Üstelik Gazel de bana yardım ederdi, iyiliğini esirgemezdi benden.

“Bütçem sadece böyle bir eve yetiyor,” dedi konuştum alçak sesle. “Hem... Anlamıyor musun Hazer? Benim seçme şansım yok. Zaten hiç olmadı ya...”

Sanki gerildikçe üstünde duran deri ceketin içine sığmıyordu ve kolları da omuzları gibi şişiyordu. “Şu kokuya bak! Hasta bile olursun burada.”

Evet, koku rahatsız ediciydi ama camları açarsak gideceğini düşünüyordum. Kendime daha sıkı sarılırken, “Bu umurunda mı ki?” deyiverdim zayıf bir sesle. “Hasta olursam ne olur?”

“Olma, niye olasın? Başkaları olsun...”

“Burayı tutamazsam başka ne yaparım, bilmiyorum! Her şey çok pahalı. Kiralar çok yüksek, param yetmiyor! Burayla idare edebilirim, hava çok soğuk, dışarıda üşü...”

“Tamam!” Hazer aniden lafımı kesti. Yüzündeki her ayrıntı kaskatı kesildiğinde, arkasını dönerek sokak kapısına doğru yürümeye başladı. Eliyle sertçe ensesini kavrarken, yüzü kapıya dönük halde durarak yüksek sesli nefesler aldı.

“Bu değil, bu olmamalı. Hak ettiğin bu değil ki...”

Sokak kapısından dışarı rüzgâr gibi fırladı ve ben orada, anbean uzaklaşan siluetini izlerken gözden kayboldu. Kalp, göğsün içindeydi güya ama ben şimdi neden bir avucun içinde, kuvvetle sıkılıyor gibi hissediyordum kalbimi? Neye bu kadar öfkelenmişti? Dudaklarım çenemle beraber titredi ve kimsenin bana yapmadığını yaparak kendime sarıldım, dakikalar boyunca orada dikildim.

Gitmek hakkıydı ama keşke gitmeseydi.

Birkaç dakika sonra yalnız olmaktan ürkerek evden dışarı çıktım. Gözlerimi, onu bulma umuduyla sokağa çevirdim. Tanrım, gitmemişti. Vücudum nedendir bilinmez gevşedi ve içimi derin bir rahatlık kapladı. Hazer arabasının yanında, dudağında bir sigarayla dikilirken ben usul adımlarla ona yaklaştım ve ince ince yağan yağmurun altında, adını andım.

“Hazer, yanlış bir şey mi dedim? Kızdın mı bana?”

Bir adım kadar arkasında, onun omuz hizasındaydım. Profilini hafifçe görüyordum. Sigarasını parmakları yardımıyla dudaklarından aldı ve zehri burnundan verirken sesimi takip edip o gözleriyle beni buldu. Yüzünde sabit bir ifade olmasına rağmen gözlerinde susamışlık vardı. Buz olsam, ilk senin gözlerindeki ateşi soğuturdum. ”Safir, hani sen Hazer derken sesin hafifçe titriyor ya...”

“Öyle mi oluyor?”

“Bu benim niye hoşuma gidiyor ki?”

Bana mı soruyordu bunu? Benim gibi, hisler ve onları tercüme etmek hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kıza mı? Ona bakmaktan başka şey yapmadığımda Hazer ağzını açtı ve hemen ardından gözlerini üzerimden çekti. “Hadi Safir, arabaya geç. Sigaramı bitireyim, ben de geleyim.”

Keşke sigara içmesen.

Kafamı sallayarak arabanın etrafını dolandım. Koltuğa oturarak dalgın gözlerle eve baktım. Evet, iyi bir ev değildi ama sokakta olmaktan daha güzel değil miydi? Hem Tanrı aşkına, ne zaman iyi bir evde yaşamıştım ki zaten? Ellerimi dizlerimin arasına sıkıştırmadan önce boynumdaki atkıyı çıkarıp kenara koydum. Hazer arabaya binene kadar sessizce oturdum.

Arabanın içindeki bu koku...

Baştan aşağıya Hazer kokuyordu.

Biraz parfümü, belki biraz kendisi. Kafamı iki yana salladım ve bu düşünceyi zihnimde gerilere iterek gözlerimi yumdum. Hazer şoför koltuğuna yerleştiğinde arabayı çalıştırdı. Gazel mesaj atmıştı. Evden çıkmadan önce Hazer’e beni oraya bırakmasını istemiştim ve sanırım şimdi oraya gidiyorduk.

Araba çok geçmeden caddeye girdi ve caddenin sonundaki parkın orada durdu. Ben daha inmeden bankta oturan Gazel’i gördüm. Elinde bir kâğıt helvayla parkta oynayan çocuklara tebessüm ediyordu. Ona kocaman sarılma hissi beni yakaladı ve bu haline gülümserken, “Gazel’e söyle, Behram’a doğruyu söylesin,” dedi Hazer Han, ciddiyetle. “Ben söylemedim, söyleyemem de. Daha en başından söylesin, sonrasında çok geç olabilir.”

Haklıydı, ne diyebilirdim ki? Behram değil de Gazel Behram tarafından bir yalanla kandırılmış olsa ben de böyle bir tepki verirdim. “Ben zaten bunun yanlış olduğunu ona söyledim,” diye karşılık verdim, sakince. “Tekrar söyleyeceğim.”

“Tekrar söyleyeceksin.”

Cümlemi tekrar etmesi sanki aramızda duran gerginliği yavaşça kaldırmıştı. Dudağımı ısırdım. “İneyim mi?”

Hazer Han’ın gözlerini üzerimde hissediyordum. “Biraz daha kal bence.”

“Ama... Gazel’i bekletiyorum.”

“Beklesin.”

“Ayıp olur,” dedim aniden gülümserken. “İneyim.”

Sırtını ve başını tamamıyla koltuğun arkasına yaslamış, yukarıdan bana bakıyordu. Birinin gözlerinin içine pervasızca atladığım olmamıştı, Hazer gerçekten ilkti. Kalbim, kabuklu bir yara gibi kaşınıp dururken, “Ceketinin yakalarını ört,” dedi ansızın. “Üşüme.”

“Kış mevsiminde tişört giyen birisi mi diyor bunu?” diyerek onu iğnelediğimde Hazer’in tek kaşı yavaşça yukarıya kalktı.

“Tişört giymem ilgini çekmişe benziyor?”

“Ne münasebet.”

Beceriksiz bir kızgınlıkla sırt çevirdim ve arabanın kapısını açıp dışarı çıktım.  Çantamı almak için uzanacaktım ki, “Kalsın,” dedi Hazer Han. “Zaten tekrar yanıma geleceksin, boşuna taşıma.”

Mantıklıydı, evi tutsam bile hemen yerleşemezdim. Tekrar bir cami avlusunda kalmak istesem... Hazer bırakmıyordu. Bir şey demeden başımı salladım ve çantamdan sadece cüzdanımı alıp ceketimin cebine yerleştirdim. Çantayı bırakırken, bir vedayı borç bilerek gözlerinin içine baktım ve etrafı buzlarla kaplı bir ateşin içinde yanmakla üşümek arasında kaldığımı hissettim. Ona el salladım. “Hoşça kal.”

İç çekti. “Kalayım.”

Araba kapısını örttüm ve Hazer’in uzaklaşmasını bekleyene kadar oradan kıpırdamadım. Sanırım Hazer de gitmemi bekliyor olacak ki hareket etmedi. Bir dakika kadar sonra pes eden ben oldum ve ağrıyan bileğimi koruyarak yürümeye başladım. Gazel beni görerek banktan kalktı ve birbirimize yürürken, motor sesi kulaklarımda yankılandı.

“Canımın köşesi!” Gazel vakit kaybetmeden kollarını bana doladı ve parfüm kokusu burnuma ulaştı. “Hoş geldin.”

Sevgi dolu sarılmasına karşılık verirken, “Merhaba,” dedim ve geri çekildiğimizde güzel yüzüne baktım. Gökyüzü kadar güzel mavi gözleri sıcacık parlıyordu. “Çok iyi görünüyorsun.”

“Sana olan aşkımdan,” diyerek kıkırdadı ve beni kendiyle beraber az önce oturduğu banka çekiştirdi. Bankın kenarına yerleşip ellerimi kucağıma çektiğimde bana dönerek heyecan içinde konuştu. “İnanılmaz bir şey oldu!”

Onu sevince boğan şeyi merak ederek, “Anlat lütfen,” dediğimde kafasını iki yana salladı. “Nasıl anlatılır bilemiyorum. Ben... sana ailemi bulmayı istediğimden bahsetmiştim ya? Bunun için yetimhaneye gittim, beni buldukları yerin tam adresini öğrenmek için.”

Gazel’i bir cami avlusunda bulmuşlardı. Ne annesi ne de babası belliydi. “Öğrenebildin mi bari?” diye sordum güçsüzce. “Oraya mı gideceksin?”

Hüzünlendi ama mutluluğu uzun bir kış mevsimi gibi bitmek bilmedi. “Evet, açık adresini öğrendim. Düşündüm ki o camiye gidersem, etrafta sorup soruşturabilirim. Sonuçta küçük mahallelerde herkes birbirini tanır. Beni her kim bıraktıysa o caminin çevresinde oturan birisi olmalı. Etraftaki insanlara, esnafa falan soracağım. Bir yanım mutlu, bir yanım çok korkuyor Safir. Bazen ya ölmemiş de beni terk etmişlerse diye düşünüyorum. Bunun hafifletici bir sebebi olabilir mi? Sırf bazen de iyi hissedeyim diye ölmüşlerdir diyorum kendime, ölmemiş olsalar seni bırakmazlardı. Korkuyorum Safir, elimi tut.”

Uzanıp ellerini tuttum, buz gibi olmaları beni üzdü. Yatıştırıcı birkaç şey söylemeliydim ama bizim cinayetlerimizin hafifletici sebepleri olmazdı. 

“Yanındayım Gazel. Canımın diğer yarısıyla. Lütfen titremesin ellerin. Seni terk etmiş de olsalar, ölmüş de olsalar ben varım. Yok muyum? Bak, varım. Gerçeği öğreniriz elbette sen sakın yalnızlıktan korkma.”

Gazel’in yüzü gözyaşlarıyla doldu. “Safir, keşke herkes senin kadar iyi olsa.”

İyilik neyle ölçülürdü ki? Herkes güzel cümleler kurabilirdi ama iyilik eylemdeydi. Bu yüzden ona sadece gülümsedim ve aklını dağıtabilmek için, “Bir şey soracağım,” dedim. Onu incitmemeye çalışmak beni duraksatıyordu. “Behram’a, Galip’in aslında abin değil de sevgilin olduğunu ne zaman söyleyeceksin?”

Elleri yeterince soğuk değilmiş gibi biraz daha soğudu ve gözleri bir yardım dilenir gibi etrafta dolandı. “Ben söyleyemem ki!” Başını önüne eğdi. “Niye bilmiyorum ama Behram’la birkaç cümle de olsa konuşabilmek hoşuma gidiyor. Bunun bozulmasını istemiyorum.”

Elini sıktım. “Ama...”

“Biliyorum, er ya da geç ortaya çıkacak.” Bunu kabullenmiş olmasına rağmen ısrarla yalanlara tutunuyordu. “Ama şimdi olmaz. En baştan düşemem gözünden.”

“Sen... Galip’i sevmiyor musun?”

Ellerini benden çekti ve sanki savunma ihtiyacı içinde montunun üzerinden kendine doladı. Elinin birinde hâlâ pansuman bezi vardı, baktıkça üzülüyordum. “Seviyorum ama normal birini sever gibi, bir özelliği olmadan.”

Sıkışıp kalmış görünüyordu ama bazen kendimizi sadece biz kurtarabilirdik.

“Olmaması gereken, planlanmamış bir şeydi kalbimin Behram’ın yanında hızlı atması.”

“Garip,” dedim ve önüme dönüp ince ince yağan yağmurun altında oynayan çocuklara dalgınca baktım. “Benim de bu aralar kalbim hızlı atıyor.”

Gönderen: Sadece Hazer :)

Neredesin?

Ekranda yazan mesaja bakıp parmaklarımı da mesajın üzerinde gezdirirken, kirpiğime düşen bir yağmur damlasını hissettim. Gazel yanımdan ayrıldıktan sonra parkta kalıp çocuklarla biraz oynamıştım ve açıkçası vaktin ne kadar hızlı geçtiğini anlamamıştım. Az önce de parktan ayrılmış, aydınlık yollardan yürümeye dikkat ederek eve gitmeye çalışıyordum. Karanlık bir akşamdı ama Hazer bu mesajı attığından beri korkularım azalmıştı.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Nerede olduğumu ne yapacaksın ki?

Herkesin karanlık bir yanı vardı. Benim en karanlık yanım buydu. Kalp atışlarımı herkesten saklamam. Heyecanla ondan geri dönüş bekledim.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Mila... Karanlıktan korkuyorsun ve artık etraf çok karardı.

Islak kaldırımda baştan aşağıya üşüyerek durdum ve mesajına bir yanıt yazdım.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Korkularımı yenmem için onların üstüne gitmem gerekmez mi?

Yanımdan birkaç kadın gülüşerek geçti ve yolun sonunda kayboldular. Hayatın iyi yüzü de böyleydi. Bir an görünür ve az sonra kaybolurdu, öyle ki varlığından bile şüphe ederdik.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Safir, babanın mezarını buldum.

Telefon elimden düştü ve ayaklarımın ucunda gürültülü bir ses bıraktı. Bu bile donukluğumu geçirmedi. Ben orada kaskatı dururken, yanımdan geçen adamın biri telefonumu alıp bana uzattı. Ondan korktum ve telefonumu alıp hızla uzaklaşırken, kendimi saklayacak bir yer bulmaya çalıştım. 

Babamın mezarını bulmuştu. 

Oradaki bir beden, babanın ruhu değil.

Köşeyi dönerken birine çarptım ve özür dilemeye vakit bulamadan suratıma çarpılan küfrü duydum. Umursamadım. Kollarımı kendime dolarken titreyerek sokağın sonuna doğru yürüdüm. Hangi sokağa girmiştim? Buradan mı gidecektim? Kafamı kaldırıp elektrik direğine baktım ve ışığa aldanıp yağmur tanelerinin yüzümü okşamasına izin verdim.

Hazer Han bir mesaj daha attı. Şirketten döndüğünü ve olduğum yerde kalmamı, beni alacağını söyledi. Ben olduğun yeri tarif eden bir mesajı atıp elektrik direğine yaslandım ve gelip beni almasını bekledim. Beni alıp babamın mezarına mı götürecekti? Acaba neredeydi? Hiç çiçek var mıydı toprağının üstünde? Duası bile olmamıştı, onun için dua etmeliydim öyle değil mi?

Kısa süre sonra sokağa bir araba girdi, ayaklarımın dibine gelip durdu. Etraftaki tozu dumana katmıştı. Yüzümdeki acıyı derimin altına saklayarak kafamı kaldırdım ve Hazer’in arka koltuğun camından bana bakmakta olduğunu gördüm. Atkuyruğumdan sıyrılan saçımı kulağımın arkasına iterek arabanın arkasını dolandım ve kapıyı açarak kendimi içeriye attım. Göğsüm gerçekten ağrıyordu ve sorun şuydu ki, bu ağrıyı hiçbir ilaç kesmezdi.

“Merhaba Safir Hanım,” diyerek bana selam veren Kerem, aynı şekilde gözleriyle de dikiz aynasından beni bulmuştu. “Hemen ısıtıcıyı açıyorum. Nasılsınız bu arada? Yoksa Leylacığımın yanından mı geliyorsunuz?”

“Hayır, Gazel’le buluşmuştum.”

“Tüh.” Kerem arabayı çalıştırırken keder dolu bir iç çekti. “O zaman yarın da Leyla ile buluşun olur mu?”

“Ben seni kovsam olur mu?” Hazer oturduğu yerde kıpırdandığında Kerem aceleyle bakışlarını kaçırdı. “Kerem, aslanım, ben senin için yeni bir tehdit bulana kadar sakın canımı sıkma. Sıkıldım sürekli seni aynı şeyle tehdit etmekten.”

“Evet ya.” Kerem direksiyonu sağa kırdı ve bir sokağa saptı. “Artık korkutmuyor.”

Kerem’le göz göze geldiğimizde en azından birimizin gülümsemesinde neşe vardı.

Tatsızca gülüşümü yarıda kesen şey, cama düşen yansımam oldu ve babamın mezarına giderken güldüğümü görmek beni büyük bir vicdan azabına sürükledi. Camdaki aksime bakarken, Hazer’in kafasını bana doğru döndürdüğünü gördüm. Başka şansım yoktu, kaçamıyordum. Bu yüzden omzumun üzerinden ona döndüğümde, loş arabanın içerisinde kesişti bakışlarımız. Üzerinde deri ceketi vardı ve bir kolu camdan aşağıya sarkıyordu. “Kerem’e adresi verdim, arabayı oraya sürüyor,” dediğinde dönüp Hazer’in gözlerine baktım ve koltuğun kenarını sıkarak, “Hazır değilim,” dedim. “Yani ben… Bu çok ani oldu, birdenbire. Kendimi hiç buna hazırlamamıştım.”

Hazer’in gözlerinde merhamet sıcaklığı görünce kalbim ısındı. “Biz de bekleriz o halde balerinim,” dedi ve sessiz kalarak kapıyla arasında olan boşluğa uzandı. Burnumu kabaca çekerek meraklı gözlerle onu takip ederken, Hazer Han bir poşetle bana döndü. Elindeki küçük poşeti bana doğru uzatırken bakışlarını kaçırdı.

“Senin için bir şey aldım.”

Poşeti kısık ışık yüzünden tam olarak göremedim. “Bana mı?”

“Hıhı.” Gözleri, kirpiklerinin altında bir toprağın altındaki mücevher gibi duruyordu. “Geçen aldığım cupcake’leri yemiştin. Yol üzerinden geçerken aklıma geldi, biraz daha alayım dedim.”

Poşeti onun elinden alırken teşekkür edecek oldum ama Kerem aniden, “İlahi Hazer Bey,” dediğinde dudaklarım örtüldü. “Yolumuzun üstünde değildi ki. Siz demediniz mi şu sokağa sapa...”

“Yanlış hatırlıyor olmalısın Kerem.”

Hazer Han genzini sertçe temizlediğinde Kerem sustu ve bir daha ağzını açmadı. Torbayı dizlerimin üzerine bırakırken, bir şey içimi amansızca yaktı ve beni onun gözlerine kenetledi. “Hazer Han,” dedim fısıltıyla. “Gracias.”

Heyecanlı şekilde gülümsedi.

Üç tane vardı, bir tanesini ona verdim ve bir tanesini de Kerem’e vermek istediğimde Hazer Han “Yemez o,” diyerek bunu savuşturdu. Bu yüzden kalan iki çikolatalı cupcake’i kendim yedim ve her lokmanın boğazımda büyüyüşünü hissettim. Ellerim yerken titriyor, gözlerim hafifçe doluyor ve ben iç çeke çeke lokmaları yutuyordum. Babamın mezarı vardı demek.

Lokmalar bittiğinde biraz su içtim ve nefes almak için arabanın camını indirdim.

Eve gelene kadar konuşmadık. Araba ezberlediğim sokaklardan geçerek Hazer Han’ın evine vardığında hâlâ titriyor ve babamın mezarını görmeye cesaret edemediğim için kendime kızıyordum. Bu yüzden araba durduğunda hiç oyalanmadan indim ve vücudumu kapıya kadar sürükledim. Hazer Han Kerem’e birkaç şey diyerek yanıma kadar yürüdü ve önünde durduğum bahçe kapısını açtı. Ona hiç bakamadan içeriye girip bahçe boyu yürüdüm. Hazer Han kapıyı açmak için anahtarıyla uğraşırken, omzumun üstünden salıncağa baktım. Oradaydı ama orada olmasının sebebini hâlâ bilmiyordum. Geldiğinde binmesi için Mustafa Kemal’e mi yaptırmıştı acaba?

Peş peşe içeriye girdiğimizde Hazer doğrudan ışıkları yaktı. Çekingen hareketlerle üzerimdeki ceketi çıkarıp portmantoya astım. Hazer Han da yanımda tıpkı benim yaptıklarımı tekrarladı. Çantamı da beraberinde getirmiş, portmantoya koymuştu. Ben bir adım önünden içeriye yürürken o beni takip etti. Onu rahatsız etmeden, varlığımı hissettirmeden oturmak istiyordum. Hazer Han üst katın merdivenlerine doğru ilerlerken, son anda dönüp bana baktı ve uyum içinde titreşen kalbimde büyük devrimler başladı. “Aç mısın?”

Boğazıma kadar acıya doymuşken mi? Ah, hayır. “Değilim.”

“Uzun saatlerdir bir şey yemiyorsun, nasıl aç olmazsın ki? O kekler yemek sayılmaz.”

“Gazel’le bir şeyler atıştırdım.”

“Benimle niye atıştırmıyorsun?”

Gözlerimi kırpıştırdım. “Çünkü tokum.”

“Güzel bir elbisen var mı?”

Bu beklenmedik ve zamansız soru karşısında açıkça bir şaşkınlık gösterdim. “Efendim?”

“Yani,” dedi ve eli çok kez yaptığı gibi tekrardan ensesini buldu. Bu hareket nedense bana karizmatik gelmeye başlamıştı. Karizmatik? Bir an kızardım. “Böyle bazı özel yerlerde giyilen elbiseler oluyor ya, öyle elbisen var mı?”

“Ne için?”

“Güzel bir şey için.” Elini ensesinden çekti ve bana göz kırpıp merdiven basamaklarını çıkmaya başladı.

Dudak bükerek koltukta otururken bakışlarım tesadüfi bir şekilde ortada bulunan sehpaya düştü ve oradaki fotoğraf makinesini gördüm. Bu sabah Mustafa Kemal’in elinde olan makineydi. Kararsızca uzandım ve elime alıp kurcalamaya başladım. Güzel şeyleri fotoğraflamak oldukça zevkli geliyordu bana. Biraz kurcaladığımda makine önüme çekilmiş olan fotoğrafları serdi. Son çekilen olan fotoğrafların hepsinin Hazer’e ait olduğunu gördüm. Hepsi habersiz çekimdi, o bir şeylerle uğraşırken Mustafa Kemal çekmişti. Hazer fotoğrafların tümünde uçurtma yapmakla uğraşıyor ve her fotoğraftaki yüzü daha da hırslanıyordu. Elimde olmadan gülümsedim.

Fotoğraflara bakmayı bitirerek kalktım. Elimi yüzümü yıkamak için üst katın merdivenlerine yöneldim. Saçlarımın lastiği gevşemişti, onu çıkardım ve saçlarımı serbest halde sırtıma bıraktım. Dipleri hafifçe acıyordu. Banyoya girdim. Aynadaki aksime bakarken diş fırçama uzandım. Çok solgun ve kederli görünüyordum. Dağınık vaziyetteki çillerimi izleyerek dişlerimi fırçaladım. İşim bittiğinde banyodan ayrıldım ve merakla Hazer’in kapısına baktım; kapı kapalıydı.

Merdivenleri indiğimde Hazer Han’ı mutfak tezgâhının önünde gördüm. Salona inip portmantoya ilerledim ve çantamı karıştırarak uyurken giymek için bir tişörtle tayt çıkardım. Kıyafetlerimi kucağıma alıp doğrulduğumda Hazer Han da salona ilerlemişti ve omzuna başka bir tişört asmıştı. Onu yine evinden ediyordum, ne utanç vericiydi ama! Bir şey, bir güç, ilahi ya da zamansız bir his bizi yine karşı karşıya getirdiğinde, bu gece son kez birbirimize baktığımı hissettim. Hazer Han acelesizce bana doğru geldi. “İyi geceler,” dedi. Gözlerindeki güç beni ona karşı savunmasız bırakıyordu. “Senorita.”

Ahenk içinde atan kalp atışlarım coştu. “İyi geceler.” Süper kahraman.

Kapıyı yavaşça açtı, dışarı çıktı ve ardından usulca örttü.

O gidince yüreğimin gürültüsü dindi.

Buenas noches superhéroe.”

Pijamalarıma sıkıca sarınarak üstümü değiştireceğim için evin perdelerini iyice kapattım ve salonun ortasına geri dönerken, gözlerim tesadüfen mutfak tezgâhındaki kâğıda çarptı. Kaşlarım hafifçe çatıldı, eve ilk geldiğimde görmemiştim; belki de orada vardı ama dikkatimi çekmemişti. Tezgâha ilerledim ve uzanıp bardağa dayanmış olan kâğıdı aldım. İkiye katlanmıştı. Pijamalarımı kolumun altına kıstırırken kâğıdı açtım ve hafifçe kaldırarak loş ışığa tuttum. Gözlerim el yazısıyla yazılmış satırları takip etti.

Güzel bir kıyafetin var mı diye sordum, çünkü... Senden baloya benimle gelmeni istiyorum.

Eğer kabul ediyorsan odanın ışığını üç kere yakıp söndür, izliyor olacağım.

Sadece Hazer.

 

Yüreğimdeki gürültünün sustuğunu sanmıştım ama bu sadece bir yanılgıymış. Alt dudağımı ısırdım ve kâğıdı avucumun içine hapsederek mutfaktan ayrıldım. Hole doğru yürürken, onun atölyeden evi izlediğine emindim. Kapıya ulaşarak gözlerimi ampul düğmesine çevirdim. Üç kere yakıp söndür, seni izliyor olacağım. Işığı söndürdüm, ardından yaktım. Gülümsedim ve bunu ikinci, ardından üçüncü kez yaparak ışığı yakıp söndürdüm. Kalbim, parçalarına tutunup bir araya gelmeye çalışırken bizim için çalmaya başlayan müziğin sesine kulak verdim.

BÖLÜM SONU.